kopuk bir hayat

1 Haziran 2009 Pazartesi - - 0 Comments

bugün zor.
mimiklere sahip olmak,
anlamamakta direten bünyeye huzur vermek zor.
kendi bünyesine laf anlatamayan adamın başka insanlara kendini anlatması;
düşünsenize ne kadar zor?
derdim ki ben hep buradayım giden gider gelen gelir.
şimdiyse koşturmaktayım neden?
içimde sıcacık var olması gerekenler
neden buz basmışım gibi sızlatıyorlar kalbimi?
dünyaya baktığım pencereleri açık bıraktım da kendiminkini mi kapadım?
perdelerim mi kalın da insanlar benim gözlerimi kendi gözleri bellediğinde yine kendi pencerelerindeki aynı manzarayı görüyorlar?
sadece;
yapamadım ben.
kusursuz değilim,
dünyam da değil.
iyi götürüyordum farkındayım ama tökezledim.
peki birkaç sendelemede bana yakıştırılan "topal" sıfatı neden?
başarısız oldum son zamanlarda evet,
dağınıktı kafam yoktu bir nedenim.
toparlayamadım,
kendimi mutlu etmek için sizi mutlu edemedim bu defa.
nankörlük neden?
hep mutlu etmek için çabalayan adamın, mutlu edemediği anlarda "mutsuz ediyormuş" gibi yargılanması nasıl bir adalet?
ortası yok mu bunun?
neden sırtımı sıvazlamak ve bana destek olmak bu kadar zor?
keşkeleri sevmiyorum.
keşke demiyorum,
keşke sizi sürekli mutlu etmeme bu kadar alışmasaydınız demek de yok;
keşke bu kadar alıştırmasaydım demek de zor.
ben buyum:
mutluluk verdikçe mutlu olan adam.
gerekirse şaklaban;
ezik,
aptal,
şapşal,
saçma,
dalga geçilen...
verebileceğim bir sürü örnek sıfata büründüm hep,
siz mutlu olasınız diye.
diğer insanlar gibi "bugün kötü görünüyorum" diyerek üzülemem de mesela.
egosuzluk bu kadar mı kötü bir şey, biri açıklasın bana.
çevremdekiler ne olmak istiyorlarsa zıttını oldum gocunmam bundan ben!
zeki olmak istiyorsan ben salaktım;
olduğundan daha zeki hisset diye.
komik olmak istiyorsan ben soğuk espriler yapandım;
senin söylediklerin daha komik dursun diye.
ey hayatımdaki herhangi bir insan!
senin için yaptığım bu şey de aslında bencillikti,
mutluluğunu görüp böbürlenmek;
"benim sayemde" diyerek mutlu olmaktı!
sizi çok fazla sevdim de hani,
mutsuz olmak da değildir derdim benim.
sadece;
son zamanlarda beceremedim diye bu tokat niye?
eş, dost, sevgili, akraba...
biriniz anlasaydınız beni, çok mu lüks olurdu?
verdiğim yüzlerce mutluluğu görmemek kolay,
arka arkaya birkaç kez mutlu edemeyince kalemimi kırmaksa içinizden gelen;
ona da tamam.
biliyorum insanların kötü olanı daha çok fark ettiğini,
güzel şeyleri "olması gereken" olarak niteleyip yaşatılan mutsuzluk ile yargıladığını.
biliyorum ki insan sıra dışı bir şeyler ister ama sıradan olanı beğenir.
çünkü alıştığı güzeldir ona.
fark edemez sıra dışı olanı.
yine de bilin ki ben sıradan bir mutluluk vermeyeceğim asla!
siz anlamadan, suratınızdaki gülümseme olmaya devam edeceğim.
dalga geçtiğinizde,
saçmalamalarıma verdiğiniz tepkilerde,
yaptığım salaklıklarda,
suratınızdaki ifade ve kahkahalarınızın tonu mutlu edecek beni yine.
şimdi size göre ben hep "topalım"
mutsuz edenim ama;
sendeleyip düşsem de kalkar koşarım ben.
anlayan anlar, anlamayanın tersinedir koşumun istikameti.
sıfatı ne olursa olsun;
bir insan sadece,
onu mutlu ettiğim zaman mutlu olabiliyorsam vardır benim hayatımda.
gerisi boş, gerisi palavra.
gerisi; benim keyfimin kahyası.

gündelik sıkıntı halleri

4 Mayıs 2009 Pazartesi - - 0 Comments

içinden çıkamadığımız durumlarda bir bilene sorarız ya hani; bilen de bize "zaman" ya da "sabır" der. ben de biliyorum bunları. arka arkaya zırvalanacak tonlarca şeyi biliyorum. benim bildiğimi ve yaşadığımı bilmeyen bir "bilene" sormakta fayda yok. dünya üzerinde böyle bir bilen insan yok zaten. herkesin yaşadıkları farklı değil mi? benzerlikler olabilir lafım yok ama senin tohumun benim toprağımda tutmayabilir.
bir de bu aralar herkes beni rüyasında görmeye başladı. kötü rüyalarmış hem de. alakalı alakasız birçok insan son 5 gün içerisinde "seni rüyamda gördüm, çok kötüydü; iyi misin?" benzeri cümleler kurdu. hayırdır inşallah denirmiş bilenlere göre. hayır, kader, alın yazısı falan pek önemsediğim şeyler değildir. yine de birkaç gün önce fal baktırdım, kahve falı. simsiyahtı fincanın içi, bir sıkıntım varmış. kahveyi yapanın suçu da olabilir, o kadar telveli kahveyi içen herkeste bir sıkıntı olur bence.
gerçekten de içimde bir sıkıntı var evet, inkar etmeme gerek yok. bir de değil hatta; bir sürü sıkıntı var. bunları atlatmak için yaptığım en iyi şey buraya gelip yazmak. sonra da "niye bu kadar çok kendimi anlatıyorum" diyerek bir sıkıntı yaratıyorum, bu da ayrı bir mesele. bu yüzden öyle açık açık anlatmak değil de, öykülere geri dönmek kafamdaki en parlak fikir. yeni yeni öyküler, masallar anlatıcam size.
sabretmekle de, zamana bırakıp beklemekle de işim olmaz benim. çünkü biliyorsunuz ki oyunlarımın yaratıcısı, kendi dünyamın tanrısıyım ben. birazcık deli.
gece geldiğinde masallarımla geri dönücem.
görüşmek üzere.
uyku vaktine kadar mutlu kalın.

delilik

12 Nisan 2009 Pazar - - 0 Comments

güzel bir düş
bilirsin, boşluktayken hep sarıldığın
sonrasında her zamanki yanılgın
boşluklardan derinlere düş,
doğru bildikilerini karala
yanlışların üstünü çiz sadece
bugün senin yarın onun
yanlışı doğru yapan gücün
hissettiğinde yalnız kaldığın.
kolaylar zor olmuş yokluğunda
zoru başarmış doğruyu bulamamış
yanlışı silmiş kendini kaybetmiş.
bu benlik kime ait,
nereye kadar hataların arkasında durmak
sıralasan akar
sanki sonsuz bir ırmak!
hiç de öyle değil bildiklerim
ben benim olanı sizin kılmışken,
nedir suratınızdaki ifade?
çatık kaşlar, ürkek bakışlar.
çelişkinizi alın bana beni verin.
mutsuzluğumu alın, bölüp parçalayın
ve mutluluklarımı kazanın.
ben sizin içinim, sizin körelmişliğinize
yok olup bitmişliğinize çareyim.
ben sizsiz de yaparım,
siz bensiz asla!
keyfimin kahyasıyım, hepinizi üzerim
neden sonra anlarsınız sevdiğimi
beni benden çok sevdiğinizi
evrilip çevrildiğinizi
yine bana geldiğinizi
görürsünüz hiçliğin içinde,
her şeyin tam eşitinde.
durmayın dans edin,
şarkılar söyleyip gülün eğlenin.
hepiniz mutsuz, güçsüz, muhtaçsınız.
ben olmasam; yaşayamazsınız.

tersine

11 Nisan 2009 Cumartesi - - 4 Comments

yazmıcam diyorum ama bir ekleme yapmak istedim.
iyi bir sevgili olmak genelde işe yaramaz. kötüler hep kazanır. iyi ve doğru insanı bulamadıkça bu böyle. o insanı bulmak da çok zor. yaklaşmışken, kaybetmek istemem ama sırf kazanmak için kötü de olmayacağım.

anlayabilmek

7 Nisan 2009 Salı - - 0 Comments

anlamayana laf anlatmayın. çok saçma. oturun kendi kıçınızın üstüne, yalnızlığın tadını çıkartın. birey olarak da bir hayat sürdürdüğünüzü hatırlayın geçmişte, anlatmayı boşverip nefes almaya devam edin. çünkü anlamayan insana inatla anlatmaya çalışmak sadece zaman ve sabır kaybıdır, sinirleri gevşetir mutsuzluğu üçe beşe katlar.
hele ki bu anlatmaya çalışılan şey, iki kişi arasındaki güzelliğin iki kişi tarafından yaşandığını ve ikisinden birinin bu güzellikten uzaklaştığı halde fark edememesini görüp de fark etmesi için çabalamak; uzaklaştığını anlatmaksa en başından kaçının. insanlar değişken varlıklar, siz sabitlik mertebesine ulaşabilmiş olsanız da bu durumunuz değişken insana monoton ve sıkıcı gelecektir. dolayısıyla sizi aksatır, uzaklaşır. hayatının "sizin dışınızda kalan kısmını" aksattığını ve sizin onu anlamadığınızı savunur, oysa sizin tek derdiniz eskisi gibi davranmaması ve uzaklaşması; hayatını aksatmamak adı altında gerçekleştirdiği şeyin ulaştığı noktada sizi aksatmasının varlığıdır ama anlatamazsınız. sonuç olarak "anlayışsız" damgasını yer, yediğinizle kalırsınız. sizi özleyene kadar hiçbir şey eskisi gibi olmaz. anlatarak farkına varmasını beklemeyin, inancına sadıktır ve anlamaz. siz derdinizi anlatmaya çalıştıkça sadece "mantıksız ve çok konuşmuş" olursunuz, bunun da tek sonucu vardır; anlamayanın daha da uzaklaşması. bırakın, özlesin.
fakat bir sorun var, onun uzaklaşmasına aynı şekilde karşılık verebilecek ve "bırakıyorum, özlesin" diyebilecek duruma geldiğinizde; bu özleme süreci sizin de uzaklaşmanıza neden olabilir. önce zıt yönlere doğru uzaklaşırsınız, sonra o size doğru gelir. siz ona doğru yol alamazsanız onun hızlı olması gerekir. sizin hızınız daha fazlaysa, bir süre sonra pes edecektir.

doğruyu yapmak her zaman üzer

9 Mart 2009 Pazartesi - - 3 Comments

bazen zaman gelir, bir şeyleri bitirmek gerekir. istemesen de, sevsen de uzaklaşırsın sevdiğin şeylerden.
gereklidir.
öyle olmalıdır.
ve; olmuştur da.
şimdi elimde sayfalarca beyazlık var. çizgileri bile yok henüz.
eğri olabilirler cümlelerim ama doğruları söylerler her zaman.
düzensiz sayfalarda, benim kurduğum kusursuz düzeni bozamaz hiçbir insanoğlu.
sayfalarım ve kalemim elimdeyken, bilirsiniz; tanrı benim.
sadece birkaç kuralım vardı, bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda ve basitlerdi de. kurallara uymayan, oyunumun dışında kalır.
"hoş geldin" demesini iyi bildiğimi söylerler. oysa her "hoş geldin" yeni bir "hoşçakal"ın habercisi değil midir?
bardağın boş tarafı değil, anlayın artık. benim en iyi yaptığım şey hoşçakal demek. çünkü her zaman elde kalan tek şeydir. her şeyden geriye kalan, sadece bir hoşçakal.
hoşçakal...

hayat

15 Ocak 2009 Perşembe - - 0 Comments

bayrak yarışı resmen. nesilden nesile hep aynı şeyler. bizim bıraktığımız yerde yeni gelenler başlıyor. aynı yerlerden geçtiklerini görüyoruz, aynı tümseklerde takılıyorlar. ses etmiyoruz, daha dikkatli olmayı öğrensinler düşe kalka diye. biliyoruz ki pes etmeyecekler ve bayraklarını bir sonrakine devredecekler.
bazen de bir duvar saati gibi. yavaş yavaş ilerliyor, yirmi dört kez rakamların üzerinde duruyoruz bir gün içerisinde. iki kez aynı şeyi yapıyor, yine başladığımız yere dönüyoruz. akrep mi, yelkovan mı? anlaması pek de güç değil.
bazense bir makinenin dişlisi gibiyiz. bir başka dişli bizi hareket ettirmezse sabitiz. döngü nerde başlıyor, enerji nereden geliyor belli değil.
kulağımıza bir şeyler fısıldanıyor. sonra öbür kulaktan çıkıyor. insanız, ne hissedersek onu düşünüyor ve düşündüğümüzü yapıyoruz. mantığa bu yüzden inanmıyorum, mantıklı gelen her şey sonuç olarak istediğimize çıkıyor.
kurallarla yaşayıp, kuralları çiğneyerek zevk alıyoruz. güzel gelen ne varsa yasaklanmış, elden bir şey gelmez.
peki kim kural koyuyor? tanrı mı? hiç sanmıyorum.
peki kim kendi kurallarını koyuyor? parmak kaldırsın. seviyorum onları.

kaybetmek

8 Ocak 2009 Perşembe - - 6 Comments

doldurun kadehlerinizi! ben geldim. içmemiz gerekiyor, yarın uyandığımızda dünümüzü hatırlamayacak kadar içmemiz... sonra gülümsemeliyiz, hiçbir şey yapmamışcasına! kötü düşüncelerle alkası yok bunun. suç da değil. benim meselem hatırlamakla. dünün içinden çıkamayanlarla. yarını düşünenlerle. doldurun kadehlerinizi! ben sizin kadehinizdeyim şimdi. ilk yudumdur hatırlanan ve son yudumdur damakta kalan. nasıl? beğendiniz mi ilk yudumunuzu. öyleyse şimdi başlayın kadehi bitirmeye, bırakın kadehin içindeki düşüncelerinizde dolansın. siz yarın hiçbir şey hatırlamayın.
kızgın mıyım? hayır, lütfen öyle düşünmeyin. olumsuz yöne çekilecek hiçbir his barınmıyor şimdilerde bende. iyi mi bu? hiçbir zaman iyi olduğunu söylemedim ki. yine duyamayacaksınız bunu benden. çünkü bilirim; hep iyi düşüncelere sahip bir insan bulursanız, emin olabilirsiniz ki o insan dünyanın en mutsuz insanıdır. neden mi? çünkü farkında değildir kötülüklerin ve bilinçsizce iyi düşüncelerle donatılmıştır. yediği kazıklara bile güler, inanır her söylenene. onun beyni kötülük diye bir kavramı tanımaz, bu nedenle kötüyü de iyi sanar. mutsuzdur, mutsuzluğu da bilemez ve karnındaki sancıyı bile heyecanından sanar. oysa kalbindeki çarpıntının nefessizlikle alakalı olduğu gün ışığı gibi kesindir.
ben şimdi nerede miyim? her zaman olduğum yerde. parmaklarım, düşüncelerim, gözlerim ve tabii ki kelimelerimi üreten ruhum aynı yerde. sabit bir dünya yaratmayı isteyip durduğumu biliyorum, bu yüzden değişkenim ve bu yüzden hareket ediyorum. yavaş yavaş, çok ağır adımlarla. her gün aynı yerlerde dolanıyorum. tıpkı dünya gibi. eğer dünyadan sabit olmasını isteyecekseniz, onun dansına ayak uydurmanız gerekir. o durmaz, ben de onun ritmine göre hareket edersem işte o zaman sabitleşebilirim. bir arabanın içinde giderken dikkat edin, eğer aynı hızda gittiğiniz bir başka araba varsa size duruyor gibi gelecektir.
henüz sarhoş olmadınız, alkol oranım sizi etkileyecek kadar çok değil. ben sadece ortamı güzelleştirmeye çalışıyorum şimdi, bazen güzel bir ortamda su içerek bile sarhoş olmaz mıyız hepimiz?
insanlar kaybediyor. her kaybettiği bir ders oluyor ve bir sonrakinde farklı bir nedenden kaybediyor. sanırım sahip olduğumuz en masrafsız eğitim budur. yine de kaybederiz ama kaybetmekten bıkmayız asla. yine kaybedeceğimizi bile bile oyunlar oynarız. bana sonu olmayan bir tek şey gösterebilir misiniz? işte bu yüzden mutsuzluktur en güzel oyun. kaybettiğimizde en çok sevindiğimizdir.
ben mutsuzluğumu da kaybettim bugün. duyduğum melodileri de, duyamayacağım onlarca melodiyi düşünerek. her şeye sahip olamıyoruz, bu nedenle vazgeçtim elimdekilerden. bir insan sonu olduğunu bile bile mutlu oluyorsa eğer, durup düşünmeli ve sonunda gelecek olan durgunluğu ya da mutsuzluğu da sevebilmeli. çünkü her biten oyun yeni oyunların habercisidir. bilirsiniz ki birçok defa daha oynayıp kaybedicez. öyleyse kazanan kim? bilmiyorsunuz aslında, kazanan yok. tanrı bile hergün kaybediyor. hem de bizden çok. onun yenildiği kim öyleyse?
başıboş görünen sokakların bile bir galibi var aslında. gece olsa bile sokak kedileri belki de, ya da yarasalar. belki sadece kaldırımları vardır. kaldırımsız kalacak kadar yenik bir sokak görseniz bile orada sadece karanlık olduğunu bilirsiniz ve karanlığın kazandığını ilan edebilirsiniz. yalnızlık diye bir şey yok, sadece sana benzeyenlerden kaçmaktır yalnızlık. kaçabilmektir belki de, kaybetmelerin güzelliklerindendir. arkadaşlarınız olunca çünkü yanınızda, onları kaybetmek daha kötüdür, bu yüzden hiçbirimiz arkadaşlarımızı kendimizden öteye koyamayız. ailemiz mi? onları bile! aksini düşünen varsa sadece kendini kandırır. çünkü o yalnızken bile kendi nefesiyle yüzleşmek zorunda olduğunu bilemez.
hayır, hiçbir arkadaşımı kaybetmedim bugünlerde. aksine onları kazanmak için çabalıyorum. daha fazla sevmek, sevilmek. onları bir daha asla kaybetmemecesine kazansam bile ölümün kazanacağını biliyorum en sonunda. bu nedenle yine kaybetmeye teslim oluyorum, onun üstünlüğünü en başından kabulleniyorum. öyleyse bile bile mi mutluyum ben? farkında mıyım? hayır bu da değil. çünkü farkındalık; asla heyecanı olmayan bir oyundur. nereye gittiğinizi bilir, bazen buna engel olur bazense sadece sürüklenirsiniz. farkındaysanız eğer, tanrının kaybedişi gibi bir şeydir sizin kaybedişiniz. en kötü ihtimalle; kazanmayı kaybedersiniz. tıpkı kendi yazdığınız bir bilgisayar oyununu oynamak, ya da senaryosunu yazdığınız bir filmi izlemek gibi. bunlar kazanılamaz, çünkü biraz sonra ne olacağının farkındasınızdır, bunu en iyi siz bilirsiniz. yarını bilenlerden olmayı asla sevemedim. bildiğim şeylerle ilgilenmedim bu yüzden. sadece düşünmek benimkisi, olasıkları gözden geçirip kaybedeceğimi bilmek. kaybetmeyi sevmek. inanın bana, hepiniz kaybetmeye olan aşkınız sayesinde seviyorsunuz sevdiğiniz her şeyi. teker teker, bütün sevgilerimiz kaybetmeye olan esirliğimiz sayesinde varlar. bana kaybetmekten korkmadığınız bir saniye söyleyin. gerçekten korkmamak! yalnızlığı seven insan bile yalnızlığını kaybetmekten korkar.
yapmayın, asmayın suratlarınızı. biliyorum hepinizin suratı asık. bana hak verdiğinizden ya da bana katılmadığınızdan dolayı. iki sonuçta da asıyorsunuz suratlarınızı. tıpkı kaybetmeyi bazen kazanmak olarak nitelendirdiğiniz gibi. şimdi kaybettiğinizi ya da kazandığınızı söylüyorsunuz. ya da oyunuma hiçbir zaman dahil olmadığınızı veya olmayacağınızı. bense biliyorum ki sizin de bir oyununuz var ve o oyun bittiğinde mutlu da olsanız bir şeyleri kaybetmiş olacaksınız. mutsuzluğu kaybetmek kavramını hatırlayın. beni yenemezsiniz, çünkü ben kaybedebilmeyi kazandım bugün. hem de hiçbir şeyi kaybetmediğim bir günde. ne kadar garip değil mi? biliyorum, yarın kaybetmeyi de kaybedicem. çünkü hayatımda belki de ilk defa; ben bugün kazanmış hissediyorum.
şimdi açın gözlerinizi. uyanın yeni bir güne. damağınızda bir süre sadece durup, düşünüp; hayattan bilmemkaç saniye kaybetmenin tadı var. son yudumumun tadı. kaybetmeyi içtiniz bugün.

anneannem

4 Ocak 2009 Pazar - - 4 Comments

uzun zamandır yazmak istediğim biri anneannem. gençliği hakkında çok detaylı bilgim olmasa da, zor bir hayat yaşadığını biliyorum. sekiz çocuk doğurmuş; dört erkek dört kız. ayrıca dedemin başka bir kadından bir oğlu olmuş ve onu da bağrına basmış. böylesine güçlü bir kadın. okuma yazma bile öğrenememiş, eğitim alamamış ama kendini çok iyi eğitmiş biri. dedem öldüğünde, en küçük çocuk olan annem yedi yaşındaymış. pek hatırlamaz annem dedemi. anneannemin ona nasıl hem annelik hem de babalık yaptığını anlatır hep. benim içinse o, asıl annedir. ben on civarı bir yaşa gelene kadar annem çalıştığı için anneannem baktı bana. emeği geçen çok önemli birkaç kişi daha var ama anneannem apayrıdır. bir keresinde şöyle bir cümle kurmuştu; "sekiz, hatta dokuz çocuğum oldu. onlarca torunum var ama fırat benim için bambaşka. en çok onu severim." işte böyle bir sevgi. annem bana ne zaman kızsa, anneannem ağlardı yerime. belki de bu yüzden ağlamayı öğrenememiştim ben.
1 Ocak 2001... anneannemi cennete uğurladık. ağlamamıştım yine de, güçlü duruyor ve o yaşımda boyumun yettiği her işe koşturuyordum cenaze evinde. ta ki 4 Ocak 2001'e kadar. içimde dolup taşan bir şeyler vardı, bir daha onu göremeyecek olmak. işte asıl an buydu, sanki bir yerlere gitmiş geri gelecek gibi gelmişti o ana kadar. bir daha onu göremeyecek, sarılıp öpemeyecek olduğumu anladığım anda döküldü gözümden seller. annem yanımdaydı, güçlü duruyordu. sarıldık, dakikalarca ağladık birlikte. gecesinde rüyamda gördüm onu. hiç konuşmadı, sadece bakıyordu bana. her zaman baktığı gibi; hayranlıkla. gözlerinde bir parıltı ile, ışık saçarak ve gülümseyerek. bense haykırıyordum, koşup sarıldım. kokusunu içime çektim, ilk defa onun karşısında ağlıyordum bebekliğimden sonra. aklımda onun söylediği o kadar çok cümle var ki... hayatımın her anında onun öğütlerinden yararlanıyor olmak bana her defasında onun ne kadar bilge bir kadın olduğunu anlatır. onu öyle güzel dinliyormuşum ki; benim hayatta inandığım şeylerin neredeyse hepsi onun inandığı şeyler. onun sözleri bana her zaman doğru gelirdi. doğrulardı da, saf bir şekilde hayatı anlatırlardı. dinine düşkün biriydi, hacıydı. inançları öyle kuvvetliydi ki; onun yanında tanrının güvenini hissedebilirdiniz. söylediği başka bir şey geldi aklıma uyandığımda; eğer ölen birini rüyanda görürsen ve o hiç konuşmazsa, gerçekten o seni görmeye gelmiş demektir. durgun bir şekilde uyanmış olmama rağmen tekrar başladım ağlamaya. 4 Ocak'tı, bugün gibi.
çok özlüyorum anneanne. bayramda mezarına geldiğimde, oraya her gelişimde olduğu gibi yine boğazımda düğümlendi içimdeki özlem. acıttı boğazımı, gözlerimi kıstım da duruldum. yine içimden konuştum seninle, sular döktüm; çiçekler ektim. teyzem vardı yanımızda, almanya'dan gelmişti bayram için. o yine ağladı, annem yine güçlü durmaya çalıştı kızarmış gözleriyle. benim gibi; yine karşında ağlamadı kızın. kendine benzettiğin, şımarttığın o güzel kızın... mermerleri sevdik, sanki tenine dokunur gibi. toprağına sürdüm elimi, saçını okşar gibi. hiçkimse senin kadar içten değil be anneanne. senin sıcaklığın öyle güzeldi ki; şimdi hiçkimse sıcak gelmiyor. ne doğru düzgün dostluklar kurabiliyorum, ne de akrabalarımla aramı iyi edebiliyorum. çok özledim. beni izlediğini düşünüyorum hep, izliyorsundur da. sen asla yalnız bırakmazsın ki beni; bırakamazsın. yine sen koruyorsun kötülüklerden beni, biliyorum. hissediyorum. sekiz yıl sensiz, yine de seninle geçti. asla unutmadım sözlerini, bana verdiğin dersleri. küçücük halimle, bana kocaman bir adam gibi davrandınız annem ve babamla birlikte. işte şimdi yirmi iki yaşında kocaman bir adamım gerçekten. bende değişen bir şey yok. sadece içimde, haddinden fazla bir özlem var. bütün dertlerimi unutabileceğim, dizinde uyuyabileceğim sen yoksun diye. inan kırk yaşıma da gelsem ve sen olsan, ben yine o adam yerine koyduğun bebek olur ve uyurdum dizlerinde. bana en çok huzur veren yerde.
4 Ocak bugün anneanne. sekiz yıl sonra; yalvarıyorum yine gel. bir kez daha sarılayım sana. doyamadan, kısacık bir huzur. çok özledim anneanne. unutmadım; ne kokunu, ne de gözlerindeki sevgiyi.
yalvarıyorum yine gel!